Taşlıtarla
Murat VATANSEVER
“… Takip ettiğimiz araba izleri bizi önce Bozdağ’ın kuzeydoğu uzantılarına, daha sonra da çok bozuk bir zeminin ardından, ortalamadan daha büyükçe bir köy olan Yağlıbayat’a götürüyor.
Bu köy tepelerin ortasında bir vadide uzanıyor. Evler dışarıdan badanalı ve bu özelliği köyü daha ilk görüşte diğerlerinden farklı kılıyor. Evlerin bahçeleri taş duvarlarla birbirinden ayrılıyor, pencerelerde demir parmaklık ve kapılarda da kilit olduğunu fark ediyoruz. Tüm bunlar köyü son derece ilginç ve diğerlerinden değişik hale getiriyor. Burada biraz daha uzunca kalmaya karar veriyor ve bir ev kiralıyoruz. Evimizin iki odası var. Yerleştiğimiz odanın yanındaki bölmenin mutfak olabileceğini, duvardaki bacayı görünce düşünüyoruz.
Ev sahibi ve birkaç meraklı komşusu gelip evi temizliyor, su taşıyor ve bizle sohbet etmeye başlıyorlar. Son derece zeki insanlar ve aksanlarında yöreye özgü genizden çıkan “gh” sesi fark edilmiyor. Görünüş itibariyle de yöre insanından farklılar. Aralarında bol miktarda sarışın ve mavi gözlü var. Kadınları da yüzlerini kapatmıyorlar. Tüm bu farklılıkların nedenini kısa sürede öğreniyoruz: Tatar göçmenlerinin köyündeyiz.
… Biz buraya geleli çok olmadı, diye anlatıyorlar. Rusya’dan göçtük buralara. Kimimiz Sivastopol’dan, kimimiz Moskova’dan, kimimiz ise Kırım yarımadasından geldik. “
… Sağlıklı, güçlü fiziki yapıya sahip uzun boylu bu insanların burunları basık, gözleri ise çekik. Erkekler çoğunlukla tıraş oluyorlar. Birçoğu çarık yerine ayakkabı giyiyorlar. Şalvar kullanmıyorlar. Bellerine geniş, alaca renkli veya kızıl kuşaklarla sararak bağladıkları giysi, şalvardan daha çok pantolona benziyor. Yeleklerinin altına ise siyah veya gri renkli gömlek giyiyorlar. Kadınlar işlemeli elbiseleri tercih ediyorlar ve gayet şık görünüyorlar. Genç kadınlar çiçekli elbiseleri tercih ediyor, başlarına da gümüş veya altın işlemeli fes takıyorlar. Daha yaşlıca kadınlar ise ince pamuklu yazma örtüyor, bunun uçlarını enselerinde topluyor veya sırtlarına bırakıyorlar. Kadınlar bizleri görünce kaçmıyor, aksine hiçbir kaygıya düşmeden bizlerle konuşuyorlar. Bazı evlerde son derece değerli işlemeler ve peşkirlerden oluşan süsler var. İnce bir zevkle hazırlandıkları belli.”
“Muhacir hareketi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yanda ülkenin zaten çok düşük olan nüfus yoğunluğunun artmasını, öte yandan da çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış katmanlarla ülkenin zenginleşmesini sağlıyorlar. Muhacirler geldikleri yerlerden kendileriyle beraber Anadolu’dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve kaliteli tohumluk getiriyorlar. Kısa sürede bulundukları yöreyi kalkındırıyorlar.” (1)
*
1913 yılında, yani Balkan savaşının ateşinde, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Anadolu’ya bir gezi yapan Macar Türkolog Dr. Bela Horvath’ın bu izlenimleri bana çocukluğumun Taşlıtarla’sını hatırlattı. 1950 yılına kadar Çatalca ve Eyüp ilçelerinin sınırları içinde yer alan, hayvancılıkla uğraşanların kurdukları ağıllar ve birkaç atölye haricinde boş olan bu yer, toprakları kıraç ve taşlı olduğu için halk arasında Taşlıtarla olarak adlandırıldı. Ancak bu tarihten sonra Bulgaristan’dan göç edenlerin kurduğu,
26 Bahçesaray
günümüzün 600.000 nüfuslu, gökdelenleri, alışveriş merkezleri, modern hastane ve okulları olan Gaziosmanpaşa ilçesi o tarihlerde göçmenlerin ikamet ettiği bir yerdi. Bu Bulgaristan muhacirlerinin önemli bir kısmı da 1855-56’daki büyük savaştan ve 1877-78 “93 harbi” den sonra Kırım’ın çeşitli yerlerinden şimdiki Romanya ve Bulgaristan’ın Dobruca ve Deliorman bölgelerine göç eden Kırım Tatarları’ydılar.
100 yıla yakın bir süre yaşadıkları bu bölgede Kırım’dan geldikleri yerlere yakın iklim şartları bulmuşlar ve benzer şekilde yaşamışlardı. 1933-35 arasında Romanya’dan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise aynı yerlerin Bulgaristan’a geçmesi ve buradaki yeni rejime uyum sağlayamamaları neticesinde Rusçuk, Şumnu, Razgrad, Silistre, Pravadı şehirlerinden ve Hacıoğlu Pazarcık kasabası ve onun Mumçul, Veyisköy, Çatallar, Evlekler, Aydınbeyi, Tatar Suçuk gibi köylerinden Ak topraklara gelmişler ve bir kısmı da Taşlıtarla’nın yeni göçmen evlerine yerleşmişlerdi.
Bu muhacir beldesinde evler, aynen Horvath’ın anlattığı gibi beyaz badanalı, bahçeleri temiz, kendi ihtiyaçları için ektikleri domates, biber vb. sebzeler, meyve ağaçları, çeşit çeşit rengarenk ve mis kokulu çiçeklerle bezeli tek katlı muhacir evleriydi. Tuvaletleri bahçenin bir köşesinde yapılmıştı. Göçmen evleri 2 oda ve mutfaktan ibaretti. Su ihtiyaçlarını sadece belirli günlerde akan mahallenin ortak çeşmesinden görürlerdi. Çok acil ihtiyaçları olduğunda ise eşek üzerinde su taşıyan sakalar ev hanımlarının yardımına koşardı. Henüz asfalt oralara gelmediğinden sokaklar topraktı. Buna rağmen yollarda tek bir çamur görülmezdi. Herkes evinin önünü temizler ve bahçelerindeki çöp tenekelerine koyardı.
Ramazan geldiğinde Tatar erkeği evin hanımının yaptığı hamur aşını akşam namazında camiye götürür ve oruç camide açılırdı. Her akşam bir aile bu görevi üstlenir, evin camiye giden erkeği yoksa komşu bu işi üstlenirdi. Yine Ramazanın ilk temişinde çiğbörek pişirilmesi olmazsa olmazlardandı.
Bayram namazı kılındıktan sonra camide cemaat ile bayramlaşılır, sonra eve gelinirdi. Evdeki bayramlaşmadan sonra kabristana gidilir ve ailenin ebediyete göç edenleri ziyaret edilirdi.
Kurban bayramında da bayram namazından sonra hemen kurban kesilir, daha önce hiç bir şey yenmez ve kurbanın ciğerleri pişirilerek yenirdi.
1960’lı yıllardan itibaren Anadolu’nun çeşitli yerlerinden İstanbul’a göç başlayınca en çok rağbet gören yerlerin başında Taşlıtarla geldi. Bu durum Taşlıtarla’nın oldukça homojen olan demografik yapısını değiştirmekle kalmadı, sosyal ve kültürel yapısını da değiştirdi. Yukarıda anlatılan badanalı tek katlı, bahçeli evlerin yerini rengarenk boyanmış, yeşili azalmış birden çok katlı evlere bıraktı. Henüz kanalizasyon olmadığı için çamaşır veya bulaşık suyunu bahçesindeki tuvalete döken muhacirlere, aynı suları yola döken yeni komşularının bu tip davranışları oldukça garip geldi. Toprak olan sokaklar yaz sıcağında bile çamur olmaya başladı.
Bu yeni gelen komşular aynı zamanda yöresel kıyafetler giyiyorlar ve kadın-erkek ilişkilerinde oldukça tutucu bir tavır sergiliyorlardı.
Taşlıtarla daha ileriki yıllarda, gittikçe artan iç göçün sonucunda, göçmen semti kimliğinden hızla uzaklaştı ve gelişigüzel yapılmış , yola bitişik bahçesi, yeşili olmayan çok katlı gecekonduların bahçeli evlerin yerini aldığı işçi semti İstanbul’un taşrası Gaziosmanpaşa ilçesi adını aldı.
Ama yeni ilçeye yine de Plevne kahramanının adı verildi. İlk açılan okullara, Plevne Lisesi, Mithatpaşa İlkokulu, Dobruca İlkokulu gibi isimler verilirken artık ilçedeki yeni yerleşim yerlerine bu tür Balkan muhaciri çağrıştıran isimler verilmedi.
Eğimli bir arazi üzerine kurulan Taşlıtarla kabristanının düz sayılabilecek üst taraflarındaki mezar taşlarına göz atıldığında da muhacir kimliğinin ağırlıklı olduğunu, aşağıya doğru gidildiğinde ise bu durumun oldukça azaldığı ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelenlerin olduğu görülecektir.
(1) Anadolu 1913.Bela Horvath. Çev.Tarık Demirkan. Tarih Vakfı Yurt Yayınları. İstanbul 1996.