Svetlana Çervonnaya
Türklerin Çağdaş Edebiyatı ve Sanatında Çocuk Hatıraları:
Prof. Dr. Svetlana TCHERVONNAİA
Rusçadan Çeviren: Leysen ŞAHİN
Sürgün ve savaş olaylarını çocuğun gözüyle gören, ve çocuğun hafızasınakazınmış görüntüleriyle tasvir eden anlatım tarzı, Kırım ve KuzeyKafkasya Türkleri edebiyatlarında yeni bir olgudur. Bu tarz anlatım,Sovyetler Birliği’nin çözülmesine ve toplumun demokratikleşmesine bağlıtarihî süreç içinde, Rus edebiyatında cereyan eden değişimlere (AnatoliyPristavkin’in Noçevala tuçka zolotaya, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur AsraBedel, Ayaz Gıylacev’in Dua Edelim adlı eserleri) paralel olarak, 1980’lerinsonunda gelişmeye başlamıştır.
Değişik dönemlerde Türk edebiyatlarında haksızlığa, kaba kuvvete,halkların topyekün sürgüne gönderilmesine karşı isyan duyguları dilegetirilmişti. Kalsın Kuliyev’in Vasiyet adlı eseri buna örnektir. Sürgünüçocuk yaşta, bizzat yaşamış olanların seslerini edebiyatta duyurmaya başlaması1980’lerin sonuna rastlar. 1920-1930 doğumlu yazarlar, yaratıcılıklarınınolgunluk devrini yaşamaktadırlar. Yaşları itibarıyla, doğal olarak hatırayazılarına, yani okuyucuya geçmişi birebir yaşatan yazı türüne yönelmişlerdir.
Sürgünü irdeleyen eserler dizisini tarihi yazılar başlattı (İsmailAliyev’in Izdırap Yolu, Karaçay Sorunu Hakkında (1989) gibi. Bunlar henüzyazarın kendi adına konuşmasını, kendi çocukluğunun hatıralarını yansıtmasınıiçermemekteydi.
1980’lerde yazılan eserlerin bazılarında sürgünü bizzat yaşayan vehalkın ızdırabını kendi keder, üzüntü, çaresizlik ve ümit duygularıylaharmanlayan bir çocuk, kahraman görünmesine rağmen, sansür nedeniyle tamanlamıyla ortaya koyamıyor, ancak ima edilebiliyordu. (Ervin Umerov’un İkinciGelin adlı eseri (1984). Bu eser, Kırım Tatar edebiyatının sürgün gerçeğiniduyurmaya yönelik ilk teşebbüsü idi. Fakat eserde resmedilen sürgün hayatıile gerçek sürgün hayatı arasında dağlar kadar fark vardı. Her şeyin ötesinde,Ervin Umerov’un eserlerinde bir teslimiyet, kadere boyun eğme duygusu hakimdi.Yazar, insanların vatanlarından binlerce kilometre uzakta bile yaşayabileceğini,yeni bir hayat kurabileceğini anlatmakta, Sovyet idaresinin iyiliklerinden sözetmekteydi. Ona göre, 1957’de Taşkent’te Kırım Tatarcasıyla Lenin Bayrağıgazetesinin yayınlamaya başlaması, Moskova’da düzenlenen Özbekistan Kültürüve Edebiyatı Günleri programı esnasında Kırım Tatar yazarlarının ilkderlemesinin yayınlanması, hayatın daha iyiye gittiğini gösterenbelirtilerdi. Halbuki, gerçek bambaşkaydı. Sovyet Edebiyatı Kırım Tatarlarınınsürgün yerlerinde yaşadıkları büyük haksızlıklardan ve aşağılanmalarından,çaresizliklerinden, mahkeme salonlarında, yürüyüşlerde, merkezî idareyeyolladıkları mektuplarda haykırdıkları isyandan bir tek kelime etmiyor,edemiyordu.
Derindeki gerçeklerin ortaya çıkması 1980’li yılların sonuna rastladı.Bu süreç, vaktiyle sürgüne duçar olmuş çeşitli halkların edebiyatlarındaneredeyse eş zamanlı olarak gerçekleşti. Yunost’ dergisinin 1989 yılındaçıkan birinci sayısında Balkar gazeteci Vladimir Lukyayev’in “İnanınBana, Döneceksiniz…” adlı hikâyesi basıldı. 1990’da Kırım Tataryazarı Emil Amit “Kimse Unutulmadı, Hiçbir Şey Unutulmadı…” adlıhatıralarını tamamladı. Sürgün çocuklarının acı hatıraları işte bueserlerle ilk defa dile getirildi. Bu eserlerde tasvir edilen olaylar akışınıntemel noktaları bundan sonraki eserlerde de yerini alacak ve sanatsal motifolarak geliştirilecektir. Bu motiflerden ilki, gece vakti kapıdaki gürültüile ani uyanma, asker çizmeleri patırtısı, askerlerin kaba emirleri veevdeki yetişkinlerin şaşkınlığı ve çaresizliğidir. Çocuk hatıralarınınodaklandığı ikinci nokta, eve zorla girenlerin kılığı ve davranışlarıdır.Çocuk kahraman dikkatini öncelikle asker kalotlarındaki kırmızı yıldızlara,Rusça konuşmalara yöneltirken, düşmanca davranan baskıncılarla gönlündeki”bizim Sovyet askeri” imajı arasındaki tezattan kaynaklananpsikolojik şoku yaşar.
“Bizimkiler-yabancılar” ikilemi çocuk zihninde genellikle iki ayrıinsan tipi ile özdeşleştirilir. Birincisi, yapmak zorunda olduğu vazifedenutanan, sürgüne gönderilenlere acıyan ve elinden geldiğince yardım etmeyeçalışan Sovyet (Rus) eri veya subayıdır. İkincisi, Kırım Tatarlarınaonları “vatan hainleri” bilerek nefretle bakan, aşağılayan,insanların çilesinden sadistçe zevk alan veya kargaşadan yararlanarak çapulculukyapandır. Sürgünü irdeleyen eserlerin neredeyse olmazsa olmaz olan vesembolik anlam kazanan kahramanı, altın kalpli, dindar, ömrü boyuncainsanlara sadece iyilik etmiş olan ve sürgün zulmünü anlayamayan, bir çocukkadar saf ve yaşlılığı dolayısıyla tamamen çaresiz olan bir dededir.Genellikle, bu dede sürgünün ilk kurbanlarından biri olur ve sürgün yerinegiderken yolda ölür. Çocukların yolculukla ilgili hatıraları hep aynıdır:Tıka basa insanlarla dolu vagonlar, dayanılmaz koku, yol kenarlarında bırakılancesetler, bekçilerin alayları ve aşağılamaları, açlık, susuzluk ve çocukgönlüne sonu olmayan acıyla özdeşleşerek kazınan tekerlek tıkırtısı.
Bundan sonraki hatıralar dizisinin temel düğümleri, yolculuk bittiktensonraki uzun bekleyiş, insanların köleler çarşısında seçilerek çeşitliçiftliklere gönderilmesi; sürgün yerlerindeki gayri insanî yaşam koşulları,dayanılmaz açlık, köle gibi çalıştırılan aile büyüklerini neredeyse göremeyençocukların yalnızlığı, sürgün edilenlere yerli sakinlerin “vatanhainliği” imasıyla düşmanca ve aşağılayıcı tavırları, akrabaların,dostların, komşuların ölümleri… (…Öncelikle çocuklar ölmeye başladı.Hep gözümün önünde durur, yaşıtım, beş yaşındaki Midhat, karnınıtutmuş yerlerde kıvranıyor, gittikçe kısılan bir sesle “annemi çağırın,annemi çağırın” diye yalvarıyordu. Başına toplanmış olan, biz çocuklarannesinin nerede olduğunu bilmiyorduk. Midhat’ın annesi ancak akşam döndüve oğlunun cansız bedeni ile karşılaştı.)
Bütün bu saydığımız temel motifler, Kırım Tatar, Karaçay ve Balkaredebiyatlarında benzer bir şekilde geliştirilmiştir. Bu benzerlik, butekrarlar yazarların birbirini taklit etmesi değil, aynı anda birkaç halkınve binlerce ailenin başına gelen felâketin benzerliği, 1940’lı yıllarınortasından 1950’li yılların ortasına kadar on yıl boyunca süren zulmüntekrarlanmasıdır. Tolstoy: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, amaher mutsuz ailenin mutsuzluğu farklı olur” der. Sürgün edilen Türkhalklarının edebiyatları, Tolstoy’un bu sözünü yalanlarcasına en küçükdetayı dahi birbirine benzeyen sürgün tablolarını yaratmaktadırlar.
Söz konusu benzerliğin ortaya çıkmasında kendine özgü etnopolitikmitoloji faktörünün etkili olabileceğini de kabul etmek gerekir. Olayın yaşandığıgünlerde 5-10 yaşlarında çocuk olan yazarların hatıralarını aktarırken,birebir net ve nesnel olmalarını bekleyemeyiz. Çocuk hatıralarının karmaşıkduyguları büyüklerin söyledikleri, daha sonra okunan ve duyulanları,insanların inanmak istedikleri, zamanla millî rivayetlere dönüşen olaylarıkapsamıştır.
Çağdaş Türk edebiyatlarında sürgünden sonra doğan genç yazarlarıneserleri çok ilginç bir grubu oluşturmaktadır. Kendileri sürgünü bizzatyaşamadıkları halde önceki nesillerin hatıralarını, millî felâket zamanındadoğan halk mitolojisini kalplerinde taşıyan bu yazarlar, sürgün konulueserlerinde 1943-1944 çocuklarının veya onların anne ve babalarınındiliyle konuşmakta, onların duygularını şaşırtıcı gerçeklik vesamimiyetle okuyucuya ileterek sanat değeri yüksek eserler yaratmaktadırlar.Karaçay Türkü şair Bilal Laypanov’un “Çocuk Annesiyle Konuşuyor”ve Lilya Bucurova’nın sürgün günlerinde kaybolan iki yaşındaki OsmanCelilov’a ithaf edilen “Oğlumla Konuşuyorum” şiirleri bunun en güzelörneğidir.
Son yıllarda hatıra edebiyatının tür bakımından çeşitlenmesi, tarihîve coğrafi alanların genişlemesi dikkat çekmektedir. Sürgün anında başkabir yerde olduklarından sürgünü yaşamamış olan yazarların eserleri sürgünhatıralarının yarattığı tabloyu başka bir yönden tamamlamaktadır.Bunlar sürgün öncesi Kırım’ı tasvir etmekte veya sürgün haberinin üzerlerindeyaptığı etkiyi ve yakınlarını sürgün yerlerinde arayıp bulduklarında gördüklerimanzara karşısında duydukları dehşeti anlatmaktadırlar. Bu konudan yazılmışeserler arasında, ünlü bilim adamları Refat Appazov “Kalplerdeki ve Hafızalardakiİzler” Yakup Bekirov’un “Unutulmaz Yıllar” eserleri dikkat çekmektedir.
Son yıllarda Kafkasya ve Kırım Türk halklarının edebiyatları, yurt dışındayaşayan ve Sovyet döneminde yasaklanmış olan yazarların eserleri ilezenginleşmiştir. Bu eserler arasında Karaçay yazar Hamit Botaş’ın New-York’da1987-1989 yıllarında yazmış olduğu ve Rusça’ya çevirerek 1993’teMoskova’da yayınladığı “Lanetlenmiş Alan” adlı romanı ayrı biryere sahiptir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında genç olan ve savaş sonrasındabir dizi cevapsız sorularla baş başa kalan kalbi acı ile dolu bir Karaçay’ınserüveni bizi millî felâketin bir başka boyutuna götürmektedir. Romankahramanı kendi kendine şu cevapsız soruları sormaktadır: “… Halkınnerede? Sen neredesin? Vatansız olmaktan daha büyük bir kahır var mıdır?Nerede yurdumuz, nerede bizim Karaçay? Halkımız köküyle koparılmış, Türkistanve Kazakistan bozkırlarına sürülmüştür. Artık Karaçay Halkı yani bizimhalkımız yoktur. Peki nereye gidelim? Bizi bekleyen var mı? Yurdumuz olantopraklarda, eskiden bizim olan evlerde kimler yaşıyor? Niye böyleoldu?”
Bu sorular bugün Kırım’da, Karaçay’da, Balkar’da, Moskova’da yaşayanyazarlar için hâlâ can alıcıdır. Her geçen yıl bu sorulara cevap bulmakzorlaşıyor gibi. Halbuki, 1988-1989’da, “sosyalist adaletin Leninciesaslarını yeniden kurma” adına Stalin rejiminin cinayetleri kınanırken,bu sorulara cevap bulmak kolay gibiydi. O dönemde henüz Sovyetler Birliği’ninyıkılacağı kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu ve “millîedebiyatlar”ın ürkek temsilcileri ancak kendi halklarının hain olmadığını,Sovyet rejimi ve Komünist Parti karşısında tamamen suçsuz olduğunu kanıtlamapeşindeydiler. Sovyet okullarında eğitim görmüş olan ve bugünkü aydınlararasında yaşça büyükler grubunu oluşturan bu insanların zihninde bazı şüphelerinuyanması ve “suçluluk” ve “sorumluluk” konularına başkabir bakış açısı geliştirmeleri için zaman gerekti. Bu yeni yaklaşımkendini ilk defa edebî eserlerde değil, tarih yazılarında gösterdi. Örneğin,Moskova’da yaşayan Kırım Tatarı Ernest Kudusov’un – kendisi millî adaletisağlama hareketine yıllarını vermiş olup, bunun için birkaç yılını daSovyet hapislerinde ve çalışma kamplarında geçirmiştir. “İkinci DünyaSavaşında Kırım Tatarları” ve “Moskova ve Kırım” (2002)adlı eserleri bunun en güzel örnekleridir.
Fakat edebiyat sahasında eski Sovyet düşünce tarzı uzun yıllar değişmedi.Edem Orazlı’nın “Kırım Efsanesi” (2001) adlı eseri buna bir örnekoluşturmaktadır. Eser tutuklanan subay okulu öğrencisinin sorgulanma esnasındaemniyet polisine verdiği cevapları şeklinde kurgulanmıştır. Olaylar1953’te geçmektedir. Tutuklu genç Enver Halilov yazarın kendisidir. Sorgulamasonunda polis şöyle bir sonuca varır: “… Verdiğiniz cevaplardan halkınızındüşmanla iş birliği yapmadığı anlaşılmıştır. Bir halkın tamamıhain olamaz. Her yerde olduğu gibi bazı iş birliği vakaları olsa da bunlardahi, bütün bu şahıslar ortaya çıkarılmış ve cezalandırılmıştır.Şu an sürgünde olanların bir hatanın kurbanı olduğunu anlıyoruz vedurumu düzeltmek istiyoruz”. Tutuklu genç: “Eğer doğru söylüyorsanız,büyük bir iyilik yapıyorsunuz demektir ve ben size yardım etmeye hazırım”diye Sovyet kurumları ile iş birliği yapmaya istekli olduğunu bildirir.
Gördüğünüz gibi, yazar “Sovyetçe” düşünme alışkanlığınıüzerinden atamamakta ve “sorumluluk” kavramını yorumlarken1950’lilerin düzeyinde kalmaktadır.
Bu çerçeve içinde Aydın Şem’in Yazgı İpleri romanının ilk bölümünüoluşturan Mavi Yabani Atlar (2000) adlı eserinin yayınlanmasını başka birboyuta açılım yapan önemli bir gelişme olarak değerlendirmemiz gerek.
Çocukluk hatıraları, büyükler tarafından anlatılanlar, tarihî ve edebîkaynaklardan elde edilen veriler, halk içinde dolaşan efsaneler Aydın Şem’in,eserinde bir araya getirilip yaratıcılıkla işlenmiş, sanatsal kurgu iletamamlanmıştır. Yazarın gerçekçi olayları kendi fantezisi ile harmanlamışolması, çeşitli alanları ve zaman dilimlerini karşılaştırması (savaşöncesinde ve savaş döneminde Kırım, Orta Asya’daki sürgün yerleri, savaştansonraki Kırım) dikkat çeker. Yazarın gizlenmiş kimliği eserde birkaçkahraman arasında paylaşılmış olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gizli kimliğinbir yönünü yansıtan başlıca kahramanları Mayıs 1944’te on yaşında olanKamil, Dayan (okuyucu Dayan’ı ilk defa 8 yaşında iken 1941’in sonbaharındatanır) 12 yaşındaki Fevzi’dir. Kırım’ın üç farklı bölgesinden farklısürgün yerlerine gönderilen bu üç çocuğun serüveni, 1930’lu yıllarda dünyayagelen ve çocuk yaşta halklarının başına gelen felâketi omuzlamak zorundakalan neslin acılı yazgısının üç farklı örneğini oluşturur. İlkolarak Dayan, Buhara bölgesinin çöllerinde açlıktan ölür. Ailesiyle birpamuk çiftliğine gönderilen Fevzi, önce küçük kardeşini ardındanannesini, ve bütün hemşerilerini toprağa verdikten sonra çiftliğin merkezidaresine giderek, “… Herkes öldü, bir tek ben kaldım. Hepsini gömdümve işte geldim.” diyecektir. Kamil’in baba, anne ve küçük kardeştenoluşan küçük ailesi, 1944’ün dehşetli açlığında hayatta kalmayı başardıktansonra babanın eğitimi dolayısıyla Çinabad kasabasında nispeten iyi şartlardayaşamaya başlar. Fakat bu durum uzun sürmez; 1949’da Kamil’in babası, ünlübilim adamı Afuzade tutuklanır… Birkaç yıl sonra Kamil, çalışma kamplarınınbirinde Fevzi ile karşılaşır ve Fevzi’nin Kırım hakkında yazdığı ilkşiirini okuduğu öğretmeninin, ihbarıyla tutuklanmış olduğunu öğrenir.
Bu çocukların kalpleri kırık, ümitleri sönüktür. Sovyet devleti onlarane mutluluk vermiştir, ne de sükunet.
Aydın Şem’in eserini çocukluk hatıraları esas alınarak yazılmış olandiğer eserlerden ayıran iki önemli özellik vardır:
Birinci özellik, yüksek sanatsal değere sahip gerçek bir edebiyat eseriolması, Rusçanın kullanımında olduğu kadar, eseri süsleyen KırımTatarca parçaların kullanımında dilin canlılığı ve temizliğidir. Kırımdağlarında koşan mavi at hayalleri gibi sembolik anlam içeren görüntüler,esere kendine özgü romantik ve büyüleyici bir hava katar.
Eseri farklı kılan ikinci özellik, yazarın halkına ve ona yapılanlarahangi gözle baktığıdır. Yazar hiçbir şekilde kendi halkının savunmaihtiyacını hissetmemektedir, çünkü ona göre Kırım Tatar halkınınsavunulmaya ihtiyacı yoktur.
Aydın Şem: “… Stalin’in milyonlarca kurbanının suçsuz olduğusavunulur. Buna katılmıyorum! Bunu savunanlar Sovyet halklarını sessiz koyunsürüleri yerine koyarlar. Allah önünde, vicdanları önünde, köleye çevrilmişinsanların önünde evet, bu terör kurbanları suçsuzdu. Fakat sözüm ona,Sovyet iktidarı önünde, Komünist Partisi önünde, Stalin ve onu çevreleyeninsan dışı yaratıklar önünde – umarım ki çoğu! – suçluydu. Ancak,onları döven eli öpenler, sürünerek hayatta kalanlar suçsuzdu.” der.
Sovyet sonrası toplumun büyük bir kısmı hâlâ Sovyetlerin ideolojikkavramlarına bağlılığını sürdürmekte ve Sovyet geçmişi özlemleanmaktadır. Bu insanların artık geçmişteki olayları yeni bakış açısıyladeğerlendirmesi gerekir. Bir çocuğun tertemiz vicdanı, “komünist eğitim”inkalıplarıyla bozulmamış hafızası, sürgün çocuklarının manevî öksüzlüğünüyansıtan çilekeş hatıraları, bütün bunlar baskıcı emperyalist rejimisevgiyle değil lânetle anabilecek hür halkların yeni bilincini oluşturmalıdır.
Edebî sürece parelel olarak sürgün konusunun görsel sanatlarda dairdelenmesi önem taşımaktadır. Görsel sanatların kendine özgü ifade biçimleri,sulu boya, resim, heykel sanatında kullanılan çağdaş yöntemler, ustalarınçarpıcı iğretilemelere, sembolik anlatımlara, çağrışımlar zinciriniuyandıran çözümlere ulaşmalarında yazarlara göre daha cesur davranmalarınısağladı. Hafızada korunanların veya tarihî kaynaklardan öğrenilenlerintitizlikle kaydedilmesine, geçmişin ve geçmişteki şartların gerçeğeuygun bir şekilde aktarılmasına önem veren belgeselcilik zihniyeti, çok sürmedive sadece amatörlerin eserlerine mahsus olan bir özelliğe dönüştü.Profesyonel sanat alanında ise cesur ve karmaşık romantik çözümleryaratmaya yönelik çalışmalar başladı. İlginçtir ki, sürgün konusundaen yaratıcı ve olgun çözümlere ulaşanlar arasında yaşlı neslin değil,orta yaşlı ve genç neslin temsilcileri, yani sürgünü ya çok küçük yaştayaşayan ya da hiç yaşamayanlar çoğunluğu oluşturdu. Örneğin, 1940 doğumluİbrahim Cankişev, Balkarlar sürgün edildiğinde dört yaşında iken,Valeriy Kurbanov iki yaşındadır. Sürgünden sonra doğan Kırım TatarıMamut Çurlu (1946), Karaçaylar Umar Mijiyev (1947), Dadaş Blimgotov ve HalisAtayev (1949), Meker Borlakov (1956), Balkar Hazır Teppeyev (1957) ve diğerleri,sürgünü bizzat yaşamamış olmalarına rağmen bir çocuğun yüreğe işleyensürgün hatıralarını büyüleyici bir gerçeklik ve samimiyetle irdelemeyibaşarmışlardır.
Sürgün konusu, Kırım’da 1990’ların başından itibaren sergilenmeye başlayanKırım Tatarlarının resim sanatında da kendine özgü bir boyut kazanmaktadır.
Mamut Çurlu’nun “Dönüş” (1991) adlı tablosunda verimsiz ve çıplaktopraklar üzerinde yükselen çadırların ve toprak barınakların can sıkıcıve hazin görüntüsü, çilekeş Kırım Tatarlarının yurtsuzluğunu, öksüzlüğünüvurgular.
“Dönüş” tablosuyla birlikte üçlü oluşturan “Sürgün”ve “Kundakçı” (1991) tablolarında Mamut Çurlu, çarpıcılığındoruğuna ulaşmaktadır. “Sürgün” tablosunda kareler, eş kenarlargibi geometrik şekiller ve sert çizgilerle meydana getirilen soyut çözüm,aniden sarsılan bir yaşamın, beklenmedik bir şekilde omuzlara çöken felâketindehşetini hissettirmektedir. İnsanların istif edildiği vagonun hem göğe yükseliyormuş,hem de uçuruma yuvarlanıyormuş gibi belirsiz tasviri, hiçbir yere gidenyolculuğun sonsuzluğunu ifade eder. “Kundakçı” tablosunda öfkeyleTatar gazetesini yakan zalimin dehşet veren görüntüsü ön plana çıkar.Gazetenin olağanüstü güzellikle yazılan ve beyaz sayfa üzerinde belirginbir şekilde seçilen adı (Tercüman), ateş ve simsiyah duman içindekaybolmak üzeredir. Semiz bir domuza benzer canavar şeklinde karikatürleştirilerektasvir edilen zalimin, çirkinliği, Kırım Tatar kültürünü simgeleyen vebarbarca yok edilmekte olan nesnenin estetik mükemmelliği ile büyük tezatoluşturur.
Çağdaş Kırım Tatar resminde Zarema Trasinova’nın eserleri ayrı bir sayfaaçar. Sanatçı, beş yaşında geçirdiği sürgünün hatıralarını gençlikve olgunluk çağının getirdikleri ile birleştirerek “Namaz” (1990)ve “Gurzuf Unutmadı” (1991) gibi yarı gerçekçi, yarı kurgusaleserler yaratmaktadır. “Gurzuf Unutmadı” eserinde yanan caminin altınalevleri, tablonun duygusal ve görsel düğümünü oluşturur. Gurzuf camiininne zaman yok edildiği bilinmemektedir. Büyük ihtimal, sürgün tarihi olan 18Mayıs’tan sonra yakılmıştır. Dolayısıyla bu görüntünün çocuk hafızasınakazınan gerçek bir olayın yansıması mı, yoksa savaş döneminde yaşanan bütünbombalamaların, yangınların dehşetini birleştiren bir eğritileme mi olduğunakarar vermek zordur. Tarihî gerçekler burada bireysel anılar ve acılarlabirleşir.
Bu konuyu irdeleyen ilk eserler 1980’lerin sonunda sergilenmeye başlamıştı.Örneğin, Oçir Kikeyev’in “Kalmuk Hotonu 1943″, Halis Atayev’in”Sürgünden Sonra 1943”, Muayed Aksirov’un “Ölü Köy Dumala”eserlerinde sürgün felaketi, boşaltılmış köy ve evlerin nesnel dünyasındabıraktığı izleriyle irdelendi. Bu tablolarda yer alan hayvan resimleri desembolik anlam taşımaktadır.
Balkar ressam Hazır Teppeyev, “Kuzeye Bakan Kafkasya Görüntüsü”adlı tablosunda boşalmış köy motifini irdelerken, farklı bir çarpıcılığave sembolik derinliğe ulaşmaktadır. Tablodaki heybetli taş mimarî,”Kuzey”e karşı duyulan öfkenin ve gururlu çaresizliğin ifadesinedönüşmektedir.
Zaman geçtikçe, sürgün konusu ile ilgili dramatik ve satirik çözümlerin,siyasal göndermelerin ve felsefî genelleştirmelerin paleti zenginleşmekte vekarmaşıklaşmaktadır: (Umar Mijiyev’in “Sürgün” tablosu (1990);Meker Borlakov’un “Acı Yolu” tablosu (1992).
Karaçay Türkü ressam Dadaş Blimgotov’un sanatında, sürgün konusu,zaman zaman millî ve tarihî somutluğunun (Karaçay’da 1943 sonbaharı) da ötesindebelli tarihe ve olaya bağlanamayan insanlık trajedisinin felsefî derinliğineerişir. Bu tablolarda çeşitli zaman kesitleri birleşerek halkın hafızasındakorunan görüntüler (örneğin, Orta Asya’daki acı dolu yaşamın görüntüleri),ebedî keder ve bir şeylerin değişeceğine dair belirsiz bir umut taşıyan günümüzinsanlarına eşlik eder. Blimgotov’un tablolarına özgü olan yumuşak ışık,insan ruhunun titreşimlerini yansıtmakta ve nesnelerden, insan figürlerinden,ağaçlardan, ufuklardan saçılan büyüleyici altın parıltıya dönüşmektedir.Sanatçının daha önceki eserlerine özgü olan açık siyasal göndermeler(“Kara Gün” 1993), yerini felsefî ve şiirsel muammalara bırakmaktadır.
İbrahim Cankişiyev’in Balkar halkının sürgün serüvenini (1944’de sürgün,sürgün yerlerindeki yaşam, viran haldeki yurda dönüş) irdeleyen tablolardizisi, Türk halklarının çağdaş sanatı için önemli bir kazanç olmuştur.Bu dizinin merkezinde “24 Saat 14 Gün 13 Yıl” (1985) adlı üçlütablo bulunmaktadır. Tabloların adları sürgünün gerçekleştiği 24 saati,yolculuğun sürdüğü 14 günü ve 1957’ye kadar geçen 13 sürgün yılınıtemsil eder.
Cankişiyev eserlerinin Mayıs 1989’da Nalçik’te sergilendiği sırada görenlerdengelen sıcak yankı, sanatçı tarafından yaratılan dünyanın Balkar halkınınduyguları ile birebir özdeş olduğunu göstermiştir. Halkın duygularınıyansıtan sanat, yeni toplumsal aktifliğin yükselmesinde ve yeni vatandaşlıksorumluluğunun oluşmasında etkili olmaktadır.